SİNAN PAŞA
SİNAN PAŞA
Vizyon Ege, Kim Kimdir?
İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey’in oğludur. Kaynaklar Hızır Bey’in atalarını Nasreddîn Hoca‘ya kadar çıkarırlar. Annesi ise Molla Yegân’ın kızıdır. Sinan Paşa’nın doğum yeri ve yılı belli değildir. Şakaaik tercümesine göre babasının ölümünde yirmi yaşlarında bulunan Sinan Paşa’nın doğum târihi 844/1440 târihi olarak belirlenebilir. Mecdî de târihi 16 Receb 845/1440 olarak vermiştir. Doğum yerine gelince kaynaklarda Bursalı, Sivrihisar’lı, İstanbullu olduğuna dair çelişkili bilgiler vardır. Babasının 850/1446’da Bursa’da olduğu kesin olduğuna göre Sinân Paşa’nın Bursa’da doğmuş olması daha muhtemel görünmektedir.
İlk öğrenimini babasından gören Sinân Paşa, İstanbul’a geldiğinde henüz 13-14 yaşlarındadır. Dedesi Molla Yegân’ın sayesinde kendisine bilim adamlarından bir de çevre yapmıştır. Bu bilim adamları arasında Molla Hüsrev, Gûrânî, Hoca-zâde ve Kestelî gibi çok ünlüleri de vardır.
863/1459 yılında babasının ölümünden sonra Fâtih onu Edirne’de bir medresede, sonra da Dâr ül-hadîs’te müderris olarak görevlendirmiştir. Hemen sonra pâdişâh hocası yani Hâce-i Sultânı olmuş ve sahn müderrisliğine getirilmişti. 875/1474 yılında kendisine vezâret rütbesi verilmiş ve bundan böyle Hoca Paşa lâkabıyla ün salmıştır. 881/1473 yılında vezir-i âzam olmuş, fakat ayni yıl görevden alınmıştır. Görevden alınmasıyla ilgili olarak kaynaklar sârîh bilgiler vermemiş olayı yuvarlak cümlelerle geçiştirmişlerdir. Lâtifi ve Kınalı-zâde ise onun Şeyh Vefâ’ya mürîd olduğu ve bu sûretle vezirlikten kendi isteği ile çekilmiş olduğunu kaydederler. Tabiî ki bu doğru değildir. Şurası muhakkak ki Sinân Paşa, Fâtih’in gözünden düşmüştür. Bunun o zamanın bilginlerinin iki ayrı düşünce etrafında toplanmaları ve bunlardan Hatib-zâde, Ahaveyn ve Efdal-zâde gibi tutucu olanların, Sinân Paşa, Hoca-zâde, Molla Lutfî ve Alî Cemâli Efendi gibi hür düşüncelileri devamlı hedef almaları sonucu olduğu muhakkaktır. Birinci grup Şeyh Vefâ Tekkesi’ne gidenleri îmânsızlıkla ithâm ediyordu.
Önce hapsedilen Sinân Paşa, bilginlerin karşı çıkması sonucu hapisten çıkarılarak Sivrihisar kadılığı ve müderrisliğine tâyin edilmiştir. Bununla yetinmeyen ve hocası Sinân Paşa’ya olan kızgınlığı süren Fâtih, arkadan bir doktor göndererek deliler için uygulanan tedbîrlerin alınmasını emretmiş ve bunun üzerine doktor Sinân Paşa’yı İznik’te yakalatarak günde 50 değnek vurdurmuştur. Sinân Paşa babası tarafından da şüpheci görüşlerinden dolayı sık sık azarlanırdı. Molla Hüsâmeddîn’in pâdişâha mektupla ricası üzerine bu tedâvı şeklinden vazgeçilmiştir. Bundan sonra Sinân Paşa, Fâtih’in ölümüne kadar Sivrihisar’da kalmıştır.
II.Bâyezîd devrinde Sinân Paşa’ya vezâreti geri verilmiş, eski itibârına kavuşmuş ve Edirne’de dâr ül-hadîs medresesine müderris olarak tâyîn edilmiştir. Sinân Paşa Türkçe eserlerini de bu devirde yazmıştır.
891/1486 da ölen Sinân Paşa’nın Edirne’de öldüğünü söyleyen kaynaklar olmasına rağmen Sinân Paşa’nın Ebû Eyyûb-ı Ensârî civarında olduğunu gösteren delîller daha inandırıcıdır.
ARAPÇA ESERLERİ
1- Hâşiye alâ şerh il-Mülahhas: Osmanlı medreselerinde okutulan Çağminî adıyla bilinen Mahmûd b. Ömer ül-Çağminî el-Hârezmî (ö.618/1221)’nin El-Mulahhas fî’l-Hey’e adlı kitabının Kadı-zâde-i Rûmî adıyla bilinen Mûsâ Paşa bin Mahmûd bin Mehmed Salâheddîn (Ö.815/1412) tarafından yapılan şerhin üzerine yazdığı Haşiye’dir. Sinân Paşa Fâtih’in isteği üzerine Ali Kuşçu (ö.879/1474)’dan ders görmüş ve bunun sonucu bu esere haşiye yazmıştır. Nüshaları mevcuttur.
2. Risale mine’l-Hendese: Alî Kuşçunun Fâtih-in huzurunda tartıştığı hendese ile ilgili bir meselenin Sinân Paşa tarafından yazılmasıdır.
3. Hâşiye alâ Şerh il-Mevâkıf: Eş-Şerîf el-Cürcânî (816/1413)’nin Şerhül-Mevâkıf adlı ilm-i kelâmla ilgili eserine yapılan hâşiyedir. Eser II.Bâyezîd zamanında yazılmıştır.
4. Feth ül-Fethiyye: Alî Kuşçu’nun Fethiyye isimli eserinin şerhidir.
Bunun dışında Arapça eserlerinin sayısı toplam 12’ye ulaşır. Bunlar dışında bile kütüphanelerde yeni risâlelerinin çıkması mümkündür.
TÜRKÇE ESERLERİ
1. Tazarru-nâme:Yazılışı 886/1481’den sonra Türkçe olarak yazmış olduğu ilk eserdir. Tazarru-nâme veyâ Tazarruât olarak bilinir. Konu tasavvufîdir. Sinân bu eserde çok geniş kapsamda ele alınan aşk konusunu dile getirir. Varlığın aslını bulmak için yazılmış olan eser hikâye ve öğütlerle zenginleştirilmiştir. Eser ikiye ayrılmıştır: Birinci kısmı Tazarruât (yakarışlar) kısmıdır. İkinci kısım ise manzum bir fahriye (övünme) ve bir hâtimeden (sonuç bölümünden) oluşmaktadır. Bu kısım 7 büyük peygamberin hayâtını içeren bir Kısâs-ı Enbiyâ niteliğindedir. Bundan sonraki kısım naatlerden oluşmuştur. Eser Şeyh Vefâ’ya yapılan bir niyazla (dua ile) son bulur.
2. Maârif-nâme (Nasihat-nâme): Tazarru-nâme ’den sonra yazılan bu eser İslâmî ahlâk üzerine dayanır. Sinân Paşa bu eserde şerîate bağlı kalmış, Kur’ân’dan ve Eflâtun’dan aldığı öğütlerle eserini zenginleştirmiştir. Bu da çok okunan bir eserdir ve pek çok nüshası vardır. Eserin faksimilesi Sinân Paşa hakkında bir inceleme ile İ.H.Ertaylan tarafından yayımlanmıştır (İstanbul, 1961). Bu esere faksimile olarak alınan yazma Süleymaniye Kütüphanesi, Lala İsmail 212 numaralı yazmadır (65-212 Yapraklar arası).
3. Tezkiret ül-Evliyâ: Maârif-nâme ile yazımına başlanan eser, Maâri-nâme’nin tamamlanmasından sonra tekrar ele alınmış ve ayrı bir kitap olarak tertip edilmiştir. Attâr (Ö.589-632/1193-1234 )’ın Tezkiret ül-Evliya’sını örnek almış ve ilâveler yapmıştır. Bunu Maârif-nâme nin son kısmında şöyle anlatır:
“Amma gördüm ki cemîi geçmişleri anarsam söz uzanur ve eğer ba’zına iktisâr idersem anı tercih anlanur. Husûsâ ki kütüb-i tezkire tasnif olındukdan sonra niçe evliyâ-yı izâm gelmişlerdür ve ança meşâyih-i kirâm geçmişlerdür ve bizüm memleketümüzün dahi niçe uluları vardur cemi’sinün ahvâli sahih bilinmek olmaz ve menâkıblanndan zann olınmayan yazılmak olmaz. Eğer bildüğümi yazarsam ança bildüğüm dahi kalur, ol kalanlarun rûhâniyetlerinden utanılur. Pes şöyle fikr eyledüm ki tahsis bi’z-zikr benden olmaya ve şâibe-i tercih benüm kitâbdan anlanmaya, şol tâife ki… Ferîd ed-dîn Attâr Kaddes’ Allahu sırrehu tezkiresinde anmışdur, zikr idem ve anlardan zâid meşâyih-i meşhûreden birkaç müsellem azizleri dahi anam…”
diyerek eseri yazarken bir hayli düşündüğü ve nasıl yazacağı üzerine sonra karara Vararak Attâr’ın eserinden yararlandığı ve ilâveler yaptığı anlaşılmaktadır.